Önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe. Epeydir halktan en iyi saklanan şey ne derseniz, adalet derim. Mahkeme salonlarından başlayarak, vicdanlarımızdaki adalet duygusuna varana dek büyük arayışımız sürüyor. Ve tüm bunlar yaşanırken İstanbul’un sanat gündemi hız kesmiyor. 15. kez düzenlenen Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali bu yıl da “Herkes için adalet” başlığıyla izleyiciyle buluştu. Ve maalesef ben sizinle paylaşana kadar festival sona erdi. Bize ne faydası var bitmiş bir festivalin demezseniz, 27 Kasım–2 Aralık tarihleri arasında gerçekleşen festivalin hikâyesinden, içeriğinden ve ödüllerinden bahsetmek isterim. Adalet arayışının sinemadaki izleği için seçilen filmlerin bazıları beni kalbimden yakaladı. Onları iştahla anlatmayı başka haftalara bırakarak devam edeyim en iyisi.
“Varsın dünya yıkılsın, yeter ki adalet var olsun.” Belki de içine sürüklendiğimiz çağın hem en karanlık hem de en umut verici cümlesi bu. Çünkü adalet artık soyut bir kavram değil; evin içinde, iş yerinde, okulda, sokakta, savaşın ortasında, deprem enkazında ve elbette mahkeme salonlarında aranıyor. İşte tam da bu nedenle Prof. Dr. Adem Sözüer tarafından kurulan Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, 15. kez düzenlenirken yalnızca bir film seçkisi sunmakla kalmadı; dünyaya, insan hakları ve özgürlükler adına güçlü bir söz söyledi.
Festival, 2011 yılında üniversite sıralarında başlayan bir fikrin ürünü. Herkes İçin Adalet mottosu o yıl dile getirildi ve bugüne kadar hiç değişmedi. Hukukun yalnızca kitaplarda kalmaması, hayatın her alanında görünür olması gerektiğini savunan bu fikir; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Bilgi Üniversitesi, hak savunucuları, hukukçular, sinema yazarları ve sinemacıların iş birliğiyle uluslararası bir festival kimliğine dönüştü.
Kimi yıllar fonların azaldığı, kimi yıllar mekânların kapandığı, kimi zaman sansür tartışmalarının gölgesinde ilerlese de festival her şeye rağmen devam etti. Çünkü adalet arayışı, bazen başka hiçbir yerde anlatılamayacak denli sinemasal bir meseleydi.
Bu yıl festival kurucusu Prof. Dr. Adem Sözüer, direktör Prof. Dr. Bengi Semerci, program danışmanı Alin Taşçıyan ve kısa film koordinatörü Nil Kural ile birlikte akademiyle sinemayı bir kez daha aynı masa etrafında buluşturdu. Kurucu yapısı 2025’te Adalet ve Sinema Derneği çatısı altında güçlendirilen festival, bugün dünyanın farklı ülkelerinden adalet gönüllülerinin emek verdiği bir ortak üretim alanına dönüşmüş durumda.
Festivalin akademik arka planı, sinema dilinin yarattığı etkileyicilikle birleştiğinde ortaya yalnızca film gösterimleri değil, bir hakikat platformu çıkıyor desek fazla olmaz. Bu yılın akademik programının teması ise bugünün politik ikliminde belki de en çok konuşulması gereken konu: “Yaşam Hakkı” idi.

Anadolu yakasında CKM (Caddebostan Kültür Merkezi) Sineması ile Avrupa yakasında İBB Beyoğlu Sineması’ndaki film gösterimleri ve söyleşilerin yanı sıra İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul Kampüsü ile Beyoğlu Fransız Kültür Merkezi’nde paneller düzenlendi.
Festivalin etkileyici yanlarından biri de yalnızca Türkiye’ye ait bir etkinlik olmakla sınırlı kalmayıp, yıllar içinde kazandığı uluslararası nitelik. Çünkü hak ve özgürlük mücadelesi artık tek başına hiçbir coğrafyaya sığmıyor.
Bu yıl programdaki filmler Şili’den Afganistan’a, Sudan’dan Çin’e, Filistin’den Brezilya’ya kadar uzanıyordu. Sinemacılar birbirlerinden habersiz, kendi toplumlarındaki adaletsizlikleri anlatırken aslında ortak bir küresel hikâye kurmuşlardı. Sinema sanatı eşitsizliğin, şiddetin, sömürünün, kadın özgürlüğünün ve ifade hakkının sınır tanımayan ortaklığında birleşmişti.
Uluslararası jüride bu yıl, Çin bağımsız sinemasının öncü yönetmeni Wang Xiaoshuai, dünya sinemasının efsanevi görüntü yönetmenlerinden Yorgos Arvanitis, sanatçı Kezban Arca Batıbeki, oyuncu Ece Dizdar ve Filistinli yönetmen Rashid Masharawi yer aldı. Bu tablo bile festivalin bir “uluslararası adalet diyaloğu” olduğunun kanıtıydı.
Festivalin bilimsel programı, uzun süredir yalnızca hukuk temelli bir tartışma alanı olmaktan çıkartılarak, insan ruhunun, toplumların, devletlerin ve bireyin hak mücadelelerinin ortak aynasına çevrildi. Yaşam Hakkı teması ise bu aynayı en geniş açıya yerleştirdi. Savaşların ortasında hayatta kalma mücadelesini, kadın ve çocukların görünür/görünmez şiddetini, göçmenlerin sınırlar arasındaki sıkışmışlığını, ekolojik felaketlerin insanlığın varlığını tehdit eden boyutunu, sansür ve ifade özgürlüğü ihlallerini tek bir çatı altında toplayan festival âdeta şunu söylüyor: “Yaşam hakkı korunduğu sürece adalet mümkündür.”
Adaleti ne kadar da özledik değil mi?
Festivalin onur ödülleri açılışta takdim edildi. Her yıl bu ödüller, festivalin ruhunu en iyi yansıtan isimlere veriliyor. Festivalin 15. sinde ödüler kimlere, hangi gerekçelerle verildi, merak edenleri için kısacık özetledim;
- Rüçhan Çalışkur – Sinema Onur Ödülü: 45 yılı aşkın sahne ve sinema yolculuğunda üretmenin, direnişin ve sesini yükseltmenin simgesi olan sanatçıya verilen ödül, onun yalnızca oyunculuğuna değil, tüm kariyeri boyunca yürüttüğü vicdani duruşuna bir teşekkürdü.
- Wang Xiaoshuai – Sinema Onur Ödülü: Çin’in toplumsal dönüşümlerini sinemasının merkezine yerleştiren, politik ve etkili sinema diliyle tanınan yönetmenin festivalde bulunması İstanbul’un sinema iklimine uluslararası bir soluk kazandırdı.
- Yorgos Arvanitis – Sinemaya Katkı Ödülü: Yunan sinemasının öncü yönetmenlerinden Angelopoulos’un karanlıkla ışık arasında kurduğu gerilimini görünür kılan usta görüntü yönetmeni Arvanitis, ödül töreninde ilgi odağı oldu.
- Uluslararası İşçi Filmleri Festivali – Sinemaya Katkı Ödülü: 20 yıldır gönüllülük esasıyla emek mücadelelerini görünür kılan festival, sınıfsal adaletin sinemadaki en güçlü platformlarından biri olarak ödüllendirildi.
- Prof. Dr. Turgut Tarhanlı – Akademik Onur Ödülü: İnsan hakları hukukunun Türkiye’deki en önemli isimlerinden olan Tarhanlı için akademisyen kimliği ötesinde festival yalnızca bir etkinlik değil, bir duruş.
- Rashid Masharawi – Adalet Savunucusu Ödülü: Filistin sinemasının en güçlü seslerinden Masharawi’nin Gazze’de içeriden film üretme mücadelesi hem sanatsal hem politik bir varoluş biçimi olarak büyük değer taşıyor.
Festivalde uzun ve kısa metraj filmler kendi kategorilerinde jüri değerlendirmelerine girdi. ‘Altın Terazi Uzun Metraj Yarışması’nda yer alan 10 film dünyanın dört bir yanındaki eşitsizlik, suç, direniş ve sorgulama hâllerini ortaklaştırdı. Bu filmlerin yedisi için Türkiye prömiyeriydi. Benim için öne çıkanlardan filmlerden biri, Gözde Kural’ın ödüllü filmi Cinema Jazireh oldu; onu ilerleyen haftalarda detaylı biçimde anlatmak için sabırsızlanıyorum.
Festivalin en güçlü bölümlerinden biri de Gazze’de çekilmiş 7 kısa + 1 uzun metrajdan oluşan “Sıfır Noktasından +” seçkisiydi. Bu bölüm yalnızca bir film programı değil; işgal altında yaşayan bir halkın kendi sesiyle dünyaya ulaşma çabasını perdeye taşıyan bir tanıklık alanıydı. Ressamların, müzisyenlerin, çocukların, annelerin, kayıp yakınlarının ve enkazdan yükselen hikâyelerin bir araya geldiği bu seçki, Türkiye’de sinema açısından özel bir anlam taşıyor.
Masharawi’nin dediği gibi: “Ülkeyi işgal edebilirsiniz ama sinemayı işgal edemezsiniz.”
Festival yalnızca bireyin içsel adaletinin sorgulandığı filmlerle değil, aynı zamanda tarihin akışında adaleti arayan yapımlarla da zenginleşti. Taliban’a direnen bir büyükelçiyi, BM Genel Sekreteri Hammarskjöld’ün barış mücadelesini, George Orwell’ın kehanetlerinin bugüne yansımalarını ve Ukrayna’da savaş altında okuluna devam etmeye çalışan çocukları izledik.
Tüm bu zengin programa rağmen salonların doluluk oranlarının düşük kalması, bilet fiyatlarını öğrenci dostu seviyede tutan böyle bir festival için üzücüydü. Kültür–sanat alanına ayrılan kaynakların azalması, ekonomik krizler, siyasi baskılar ve sansürün farklı biçimleri festival komitesinin titiz çalışmasıyla en aza indirilse de etkilerini hissettirdi. Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) Beyoğlu Sineması’nı son anda kapanmaktan kurtarmış olması bu anlamda çok önemli. Bağımsız filmler, festivaller, kısa film gösterimleri için salon bulmanın zorluğu, gişe filmleriyle mücadelenin imkansızlığı içinde bu sinemaların varlığı can suyu. İzninizle kısaca bu kültürel mirasın korunma hikayesinden bahsetmek istiyorum.
İstanbul için hafıza mekanlardan Beyoğlu Sineması, Ağustos 2022’de pandemi süreci ve yaşadığı maddi zorlukların etkisiyle kapanma kararı almıştı. Bu kararın ardından Kasım 2022’de İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat kapatılan sinemanın işletmesini aldıklarını ve İBB Beyoğlu Sineması olarak yeniden açacaklarını belirtmişti. Hastalıklarına rağmen, iddianamesi yazılırken aylarca tutuklu kalan İBB Miras’ın başındaki Mahir Polat ve ekibinin çalışmalarıyla yenilenen Beyoğlu Sineması’nın açılışında İstanbul’un seçilmiş başkanı Ekrem İmamoğlu, “Hafıza önemli bir şey. Hafıza yok olduğu zaman, insanlar kimliğini, kişiliğini kaybeder. Ben dahil, burayı tatmayan, burada sinema izlemeyen insan çok azdır diye düşünüyorum. Böylesi bir anı mekânının, böylesi bir sanat alanının tekrar kazandırılması bizim için bir gurur” diye konuşmuştu. Ve sanatın iyileştirici ve birleştirici yönüne vurgu yaparak “Ben Yeşilçam’ın altın kuralına yürekten inanıyorum, o da biliyorsunuz ki; ‘iyiler hep kazanır!’” demişti. Ekim 2023’de kayda geçen bu sözleri ben de buraya bırakıyorum…
Zamanda sıçramayla tekrar festivale dönersem, açılışta yöneticilerinin söylediği; “Adaletin konuşulmasının bile riskli hâle geldiği bir dönemde bu festivalin varlığı başlı başına bir duruştur.” sözleri daha da anlam kazanıyor.
Bu festival yalnızca yönetmenlerin, oyuncuların ve jürilerin değil; aynı zamanda hukuk öğrencilerinin, akademisyenlerin, salon görevlilerinin, bilet emekçilerinin, VisionIST panellerini hazırlayan gençlerin ortak emeğiyle ayakta duruyor. Çünkü festivalin dünyaya söylediği şey yalnızca adalet değil: Dayanışma da bir adalet biçimidir.
2 Aralık gecesi İBB Beyoğlu Sineması’nda düzenlenen kapanış töreniyle birlikte 15. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali izleyicilerine veda etti. Bu yıl Altın Terazi En İyi Film Ödülü, Sudan’ın yakın tarihindeki kanlı bir dönemi yaratıcı bir sinematografik dille
anlatan Hartum / Khartoum adlı yapımın oldu. Yönetmenler Anas Saeed, Rawia Alhag, Ibrahim Snoopy, Timeea Mohamed Ahmed ve Phil Cox’u temsilen ödülü yapımcı Giovanna Stopponi aldı. Stopponi’nin sahnedeki tevazu dolu sözleri filmin ruhuna yakışıyordu: “Bu ödülü Sudan halkına ve tanıklığını dünyaya taşıyan tüm katılımcılara adıyorum. Böyle filmleri yapabilmek için cesarete ihtiyacımız var. Çünkü sinema bir direniş biçimi olmayı sürdürüyor.”
Altın Terazi’nin diğer sahipleri şöyle:
- Jüri Özel Ödülü: Kapana Kısılmak / Shadowbox – Tanushree Das, Saumyananda Sahi
- En İyi Kısa Metraj: Geçmişe Bakmak / In Retrospect – Aria Sanchez & Marina Meira
- Kısa Metraj Jüri Özel Ödülü: Temel Eğitim / Primary Education – Mila Zhluktenko & Daniel Asadi Faezi
- SİYAD Ödülü: Sazlıkta Cinayet / Reedland – Sven Bresser
- Öğrenci Jürisi Ödülü: İki Dünya Arasında / Living the Land – Huo Meng
Bu seçimler, jürinin yalnızca sinemasal niteliklere değil; vicdan, tanıklık, toplumsal hafıza ve direnç temalarına da ağırlık verdiğini gösteriyor.
Festival, kapanış töreniyle birlikte fiilen sona ermiş olabilir; fakat filmler aracılığıyla açtığı sorular, izleyicilerin salonlardan ayrıldığı anda kaybolmuyor. Adalet, festivalin de iddia ettiği gibi, herkes için olmalı; ama önce herkes tarafından görülmeli, hissedilmeli, hatırlanmalı.
İstanbul, bir kez daha bu hatırlamanın mekânı oldu. Savaşların, yoksulluğun, iklim krizinin, sansürün ve eşitsizliğin gölgesinde belki de tam bu yüzden bugün daha anlamlı. Çünkü festival sadece filmleri değil, hakikati perdeye getiriyor. Sadece sanatçılara değil, sesi kısılmak istenen insanlara söz veriyor. Sadece hikâye anlatmıyor, tanıklık ediyor. Sadece adaleti tartışmıyor, adalet talep ediyor. Hepimize mutlu hafta sonları.